16.03.2017

Diyanet İşleri Başkanı İstanbul'da 8.000 Din Gönüllüsü İle Bir Araya Geldi

İstanbul Müftülüğü tarafından düzenlenen Din Gönüllüleri Buluşmasına Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ katıldı.

Haliç Kongre ve Kültür Merkez’nde düzenlenen program iki oturum halinde gerçekleşti. Program sabah Bünyamin TOPCUOĞLU, öğleden sonra Yunus BALCIOĞLU  tarafından okunan Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başladı.

Daha sonra açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye gelen İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kamil YILMAZ  sözlerine şöyle başladı:

Evvela: Bizleri yoktan var eden, aşkı ile gönlümüzü bi-karar eden, bizleri “siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz” ilahi fermanına muhatap kılan, “içinizden iyiliği emreden, kötülükten uzaklaştıran bir topluluk bulunsun” emrine ma-sadak buyuran, bizleri kullarını Hakk’a, hakikate davet şerefiyle şereflendiren, tebliğ hizmetinde gönüllü kılan Rabbimize hamd ve senalar olsun.

Saniyen: Rabbımızın âlemlere rahmet; bizlere uyarıcı ve müjdeci olarak gönderdiği; bizden gönüllü olarak hak yolu tutan kimseler olmamızı bekleyen, Kur’an’ı yaşayarak model olan kurtarıcımız, yol göstericimiz, efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya, onun âl, ashâb ve etbâına salat ve selam olsun.

Sayın Başkanım, değerli müftü yardımcısı ve ilçe müftüsü mesai arkadaşlarım, İstanbullu din gönüllüsü, mihrab görevlisi, Kur’an Kursu öğreticisi, müezzin sevgili kardeşlerim! Hocaefendiler, hocahanımlar! Sözlerimin başında hepinizi en kalbi duygularla selamlamak istiyorum. Allah’ın selamı, rahmeti, mağfireti, feyzi ve bereketi üzerinize olsun.

Sayın Başkanım! İstanbul müftüsü olarak atandıktan sonra İstanbul din gönüllüleri ile yaptığımız bu ilk toplantıya huzurlarınızla teşrifleriniz bizleri ziyadesiyle memnun etmiştir. Hem bu teşrifinize, hem de bundan önceki her türlü desteğinize kalbi teşekkürlerimi arz ederim. Davetimize icabetle toplantımızı şereflendiren değerli din gönüllüsü kardeşlerime hoş geldiniz der, teşekkürler ederim.

Dini tebliğ ve eğitim nebevî bir iştir. Allah peygamberlerini, insanlara dünya hayatında yol haritası mesabesinde olan ilahî mesajı ulaştıracak kişiler olarak seçer. Onların asıl misyonları tebliğdir. Allah onları, ilahi mesajı/hakikat ışığını taşıyacak insan nasıl olması gerekirse öyle bir kişilikle donatır.

Nedir öyle bir kişiliğin vasıfları?

İsmettir, yani günahsızlık ufkunda yaşamaktır. İnsanlara hakikat ışığı sunanlar, öncelikle kendileri hakikat ışığı ile buluşmuş; onunla aydınlanmış ve arınmış olmalıdırlar.

Sıdktır, yani doğru sözlü olmak, Allah'a verdiği söze sadakat içinde bulunmaktır. Taşıdığı hakikate kendi sadakati bulunmayanların arkasından gidilemez.

Emanettir, yani güven verici olmak. Peygamberler öndedir ve öndeki insanın vasfı hep güven verici olmaktır. Onun için el-Emin, Muhammed isminin mütemmimidir

Fetanettir, yani zeki, anlayışlı, kavrayışlı olmaktır. Çünkü insanlara ancak böyle bir kavrayış melekesi ile önderlik yapılabilir. 

Tebliğdir, yani manen ve ilmen dolmak, doymak, taşmak ve insanlara ulaşmaktır. Peygamber varisi gönül eri din gönüllüsü de tebliği dert edinen, insanları bu yola ve bu ışığa çağıran, nebevi vasıflarla donanmış kimse demektir.

Allah Teala “Rasulullah Efendimiz’i size içinizden bir elçi geldi” diye takdim buyururken onun muazzez şahsiyetinin, Zat-ı Uluhiyetin güzel isimlerinden olan Rauf ve Rahim gibi iki sıfatla muttasıf olduğunu bildirir. Sonra haris/üzerinize titrer, buyurur. Sonra aziz; yani izzet vasfının altını çizer. 

Allah kitab-ı keriminde Hz. Peygamber’i bütün insanlık âlemine müjdeci ve uyarıcı olarak evrensel bir mesajla gönderdiğini belirtmektedir.(Sebe, 34/28.) Dolayısıyla peygamber varisi din gönüllüsü evrensel sorumluluk sahibidir. Evrensel sorumluluk sahibi olmak demek islamın evrensel bir din olduğunu kavramak ve onu insan olan her yere ulaştırmak demektir.

İslam evrensel bir muhtevaya, Kur’an âlemşümul bir mesaja sahiptir. Ancak bu evrenselliğin gerçekleşmesi Hz. Peygamber’in ve onun varislerinin İslam’ın evrensel mesajını âleme ulaştırması ile mümkündür. İslam’ın evrensel boyutu konusunda din gönüllüsüne düşen iki önemli görev vardır:

Bu misyonun îfâsında kendisine düşen payın farkında olmak,

Bu misyonu nasıl ifa edeceğine dair yollar aramak.

Müslüman bu misyonu görmeyebilir, görür, ama üstüne almayabilir, “nasıl olsa bir sırtlanan bulunur” diye düşünebilir, “Tek ben mi kaldım?” diyebilir; ama din gönüllüsünün böyle deme şansı yoktur. O: “Ben değilse kim” “bana düşeni benden başkası neden yüklensin” “bana düşenin hesabını ben vereceğim” “benim hesabımı başkası ödemez” diyerek omuzunu yükün altına sokar.

Rasulullah (s.a.)'ın evrensel mesajının dili gönül dilidir. Kur'an sesini taşımak için onun gönlü aşk doludur. Allah'ın Rasulü’ndeki bu aşk, O'nun elinden tutanlara intikal etmiştir. Zaten o (s.a.) da Veda Hutbesinde kendisini dinleyenlere: “Burada bulunanlar, çağrımı bulunmayanlara iletsinler” diye seslenerek bir emanet yüklemiştir.

İslam’ın evrensel sorumluluğu noktasında tercihimiz nettir: Biz böyle bir misyonda ya varız ya da yokuz.

“Benim üzerime ne düşüyor?” sorusuna “Müslümanca”, “Kur’an’ca”, “Hz. Peygamberin huzurunda duruyormuşçasına” cevap vermek. Mesela: Bu mektup Bizans kralına gidecek! Saraya varılacak, kralın huzuruna çıkılacak ve ona: “İslam ol kurtul” çağrısı yöneltilecek. “Kim var?” “Ben, ben, ben!”

Ya da Peygamber (s.a.) seslenecek: “Sen, sen, sen...”

Bugün din ve diyanetin “Evrensel misyonu” da böyle yürekler gerektiriyor. Büyük Okyanus’un kıyılarına varıp dayanan Ukbe bin Nafi gibi: “Ya Rabbi, önüme bu uçsuz bucaksız derya çıkmasaydı, Senin adını çok daha ötelere götürürdüm.

Mevlana gibi tüm kainata: “Gel” diye seslenmek. İnsanları İslam’ın ümid dergâhına çağırmak...

Netice itibariyle gönül eri din gönüllülüğü sabır ve sebat isteyen bir iştir. Tahammülsüzlük ve şikâyetin başladığı yerde sonuç almak zordur. Bu itibarla bu hizmeti yürüten din gönüllüsünün malzemesi muhabbet, harcı gayret, sonucu da sabır ile tevfik-i ilâhiye mazhariyettir.

Sayın Başkanım!

Bizler İstanbul’da din hizmetine adanmış 8.500 din gönüllüsü ile evrensel İslam mesajını Rabbımızın gösterdiği yolda, sizin açtığınız çığırda insanlığa duyurmak üzre yeni bir misak ve ahidle yola çıkmak için Rabbımızı şahid tutarak yeni bir başlangıç yapmaya geldik. Rabbımızdan muvaffakiyet niyaz ediyor, zât-ı âlinizden dualar bekliyoruz. Yolunuz, gönlünüz, bahtınız açık olsun değerli kardeşlerim. Cenâb-ı Hakk cümlemize tevfîkını refîk eyleye. Amin!”

Programın devamında Din Gönüllülerine seslenen Diyanet İşleri Başkanı Görmez; İslam’a sadakat içerisinde ilim ve hikmet yolunda İslam’a hizmet eden her cemiyete, cemaate saygı duyduklarını belirterek, tüm İslami cemaatlere hitaben “Cemiyete adam yetiştirin, cemiyetten kendinize adam devşirmeyin, topluma insan yetiştirin, davetinizi götürün, taraftar toplamayın” dedi.

15 Temmuz darbe girişimimin bu ülkenin yaşadığı sıradan bir musibet olmadığını, bu toprakları, bu toprakların üzerinde tarih boyunca var olmuş bu milleti yeryüzünün bütün mazlumlarına umut olmaktan çıkarma teşebbüsü olduğunun altını çizen Başkan Görmez, din gönüllüleri buluşmasında şunları söyledi;

“15 Temmuz darbe girişimi bu toprakların üzerinde tarih boyunca var olmuş bu milleti yeryüzünün bütün mazlumlarına umut olmaktan çıkarma teşebbüsüdür…”

15 Temmuz darbe girişimi bu ülkenin yaşadığı sıradan bir musibet değildir. 15 Temmuz bu ülkenin tarihinde yaşadığı sıradan bir darbe teşebbüsü değildir. 15 Temmuz bu toprakları, bu toprakların üzerinde tarih boyunca var olmuş bu milleti yeryüzünün bütün mazlumlarına umut olmaktan çıkarma teşebbüsüdür.

“Bütün alemlere hitap eden bir dinin mensubu dinini asla bir şahsın dünyasına bina edemez...”

Bütün alemlere hitap eden bir dinin mensubu dinini asla bir şahsın dünyasına hapsedemez. Bütün alemlere rahmet olarak gönderilen bir dinin mensubu, bütün dünyasını sadece bir şahsın dünyasına mahkum edemez. O şahıslara muhabbet duyar, Allah rızası için sever, muallim olarak görür, mürşit olarak görür, saygısını ifade eder, ancak bir adım daha öteye giderek bütün dünyasını, bütün inancını, bütün ahiretini bir şahsın üzerine bina edemez, arkasından dinde mira, dinde hilaf içerisine giremez. Hilaf bizi nizaa götürür, Allahu Teala bu konuda buyuruyor ki; ‘mağlup olursunuz, mahkum olursunuz, havanız biter, rüzgarınız yok olur, kokunuz yok olur’ ‘Şikak’ ümmeti iki şakka ayırıp bir tarafında yer alıp, öbür tarafa buğzetmeye, öbür tarafa kin gütmeye götürür. Mira hilafa götürdü, hilaf nizaa götürdü, niza şikaka götürdü, şikak tekfire götürürdü. Bütün bunların fakında olarak hizmetlerimizi yürütmeliyiz.

“İslam dünyasının içinden geçtiği en büyük zorluk, zulüm ve zulmetin kendisi değil, zulmü ortadan kaldıracak adaleti kaybetmektir…”

İslam dünyası zorlu bir süreçten geçiyor. İnsanların, kavimlerin, ülkelerin zor zamanları vardır. Milletlerin, ümmetlerin, medeniyetlerin zor zamanları vardır. Alemi İslam’ın tarihte yaşadığı en zor zamanlardan birisini yaşıyoruz. Ancak en büyük zorluk, zorluğun kendisi değil, bütün zorlulukları ortadan kaldıracak kolaylıkları kaybetmektir. En büyük zorluk, zorluğun kendisi değil, bizi bütün zorluklardan kurtaracak o büyük kolaylığı, o hanif ve semha olan dinin kolaylığını kaybetmektir. İslam alemi zor yılların içersinden geçiyor. Bu zorluklar içerisinde en büyük zorluk cehaletin kendisi değil, en büyük zorluk cehaleti ortadan kaldıracak ilmi hikmeti, marifeti kaybetmektir. En büyük zorluk, cehaletin bütün karanlıklarını ortadan kaldıracak o aydınlığı, ilmin aydınlığını kaybetmektir. En büyük zorluk, zulmün ve zulmetin kendisi değil, en büyük zorluk zulmü ortadan kaldıracak adaleti kaybetmektir. En büyük zorluk zulmetleri ortadan kaldıracak ışığı, nuru kaybetmektir. Her zulmetin bir neharı var, her leylin bir neharı var. Ancak en büyük zorluk, bizi o zulmetlerden kurtaracak o gerçek neharı kaybetmektir. Gerçek nehar, gerçek aydınlık, gerçek nur, gerçek gündüz dini mübin-i İslam’dır.

“Günümüzde küresel bir kötülük bütün dünyayı kuşatmış durumdadır…”

İçinde yaşadığımız zorluklar bizi küresel bir mefsededin içerisine sokmuş görünüyor. Küresel bir kötülük bütün dünyayı kuşatmış durumda. Aslında dünyayı kuşatan küresel kötülük, o kötülüğü ortadan kaldıracak yegane umudu, yegane marufu kaybettiği için insanlık bugün bu zorlukları yaşıyor. Fesat, bozgunculuk sadece karada, denizde değil, bütün dünyada, bütün kainatta, bütün kürede yayıldı. İnsanların yapıp ettiklerinden dolayı, insanların kazançlarından, insanların kötülüklerinden dolayı fesat ve mefsedet kainatı kuşatıyor, kötülük küresel bir fesada dönüşüyor. En büyük kötülük, en büyük mefsedetler tarih boyunca maslahat adı altında yapılmıştır. En büyük savaşlar barış adı altında yapılmıştır. En büyük kötülükler iyilik adı altında yapılmıştır. Onların gelin yeryüzünü ifsat etmeyin dediğiniz zaman, biz ıslah ediyoruz derler. İşte bu mefsededi ortadan kaldıracak muslihlere ihtiyaç var, bu fesadı ortadan kaldıracak salihlere ihtiyaç var.

“İslam nurunun etkisi kaybolduğunda cahiliye hastalıkları ortaya çıkar. Bunların başında da ırkçılık gelir…”

Küresel kötülüğün Müslüman coğrafyada meydana getirdiği kötülükler bilinçaltında saklanan bütün hastalıkları ortaya çıkardı. İslam coğrafyasında bilinçaltında saklanan cahiliye hastalıkları vardı. Cahiliye hastalıkları İslam’ın nurunun etkisinin kaybolduğunu görür görmez ortaya çıkarlar. Tıpkı Allah’ın Resulünün vefatından hemen sonra ortaya çıktığı gibi, tarihin çeşitli zamanlarında sürekli ortaya çıktığı gibi. Milletlerin, kavimlerin, zihinlerinin arkasında sakladıkları hastalıklar var. Bu hastalıklar hastalıklı zamanlarda, fesadın yaygınlaştığı zamanlarda, kötülüğün egemen olduğu zamanlarda nüksederler, o cahiliye hastalıkları ortaya çıkar. Bu cahiliye hastalıklarının başında ırkçılık vardır. Cahiliye hastalıklarının başında kavimcilik vardır. Cahiliye hastalıklarının başında cinsiyetçilik vardır, mezhepçilik vardır, meşrepçilik vardır, her türlü aidiyeti İslam’a olan Muhammed Mustafa’ya ümmet olmaya olan o aidiyetin üstüne çıkaran alt kimlikler-üst kimliklere dönüşür, ölümcül kimlikler oluşur. O ölümcül kimlikler bizi asıl ümmet kılan, asıl bu ümmeti aziz kılan o bütün değerleri kemirir, yok eder ve böylece o cahiliye hastalıkları hep birlikte ortaya çıkar.

“Allah’ım bizim musibetimizi dinimiz, dinimizi de musibetimiz kılma…”

Allah Resulünün en sık yaptığı duaların içerisine gizlediği muhteşem bir ifadesi şöyledir; ‘Allah’ım bizim musibetimizi dinimiz kılma, dinimizi musibetimiz kılma. Bizi din konusunda, dinimiz konusunda, dinimizin güvenliği konusunda musibetlerle karşı karşıya bırakma’ Allah’ım, dinimizi bizim için musibete dönüştürme Allah’ım, bizi dinimizle, dinimizi bizimle imtihan etme Allah’ım. Yeryüzünde dünyayı en büyük gayemiz kılma Allah’ım. Dünya bizim en büyük gayemiz olmasın. İlmimizin, bilgimizin vardığı nokta dünyada bitmesin. Tercümede zorlanıyorum. Bizim bilgimiz, ilmimiz dünya ile sınırlı kalmasın. Bize öyle bir ilim lütfet ki Allah’ım, dünyamızı da aydınlatsın, ahiretimizi de aydınlatsın. Allah’ım, bize merhamet etmeyecekleri, etmeyenleri musallat etme.

“Dini çekiştirmeyi, din üzerinden kavga etmeyi bırakın. Dini çekiştirmek, din üzerinden kavga etmek fitne getirir…”

Resulü Ekrem’in kıyamet sabahına kadar bize bıraktığı muhteşem bir mirası var, biz o mirasa ‘hadis’ diyoruz, ‘sünnet’ diyoruz. O mirasın içerisinde din konusundaki musibetin ne olduğuna dair rivayetleri, hadisleri topladığınız zaman ‘mira’ diye bir kavramla karşılaşırsınız. Ne demek din? Dini bir çekişme malzemesine dönüştürmek, din çekiştirmesi, din kavgası, din üzerinden kavgalar üretmek. Allah Resulü; ‘Biz mira içindeydik. (Mira, didişme, çekişme, kuru kavga, ihtilaf, hilaf, miza, şikak) Dinde mirayı terk edin.’ Hani o İslam dünyasında hangi ülkenin televizyonunu açarsanız bir grup hoca bir yerlere öbeklenmiş, her biri din üzerinden bir çekişme, bir çekiştirme, bir kavga içerisine giriyor ya, işte Allah Resulünün dediği bu. ‘Dinde mirayı terk edin, çünkü hayrı azdır’ Hayrı olmaz bunun. Dinde çekişmeyi bırakın, çünkü dinde çekişme fitne getirir, fitneden emin olamazsınız. Dinde çekişmeleri bırakın, kavgaları bırakın, çünkü o kalplere şüphe yerleştirir. Çünkü amelleri yakar, kül eder, yok eder. Dinde mirayı bırakın, dinde çekişmeyi bırakın, din üzerinden kavga etmeyi bırakın, çünkü mümin dinini çekiştirmez. Mirayı terk ediniz, çünkü mira sizi hüsrana götürür, apaçık bir zarara götürür. Çekiştiğiniz müddetçe günahkar olmaya devam edersiniz, öyleyse dini çekiştirmeyi bırakınız.  ‘Dini çekiştirenlere ben kıyamette şefaat etmem’ buyuruyor Sevgili Peygamber.

“Müsademe-i efkardan barikayı hakikat doğar, müsademe-i eşhastan fitne fücur doğar…”

İstanbul’un aziz ruhunu, imanını, İslam’ını, ahlakını ayakta tutmak için hayatlarını seferber etmiş din gönüllüsü kardeşlerim, bu çekişmeler ve didişmeler içerisine asla girmeyiniz. Bu çekişmelerde ve didişmelerde asla taraf olmayınız. Baki hakikatleri fani şahsiyetler üzerine bina etmeyiniz. Her birinizin kalbinde birilerine, bir yerlere muhabbet olabilir, ama o muhabbeti sadece Allah’ın ve Resulünün muhabbetini anlatmakla mükellef olduğumuz camiye, mihraba, minbere sakın taşımayınız. Allah’a olan imanın, Allah’a olan muhabbetin üstünde başka muhabbet olmaz. İslam dünyasında ihtilaf yok, hilaf var. Çünkü ihtilaf rahmettir, hilaf zahmettir. İhtilaf rahmettir, çünkü ihtilaf fikirler arasında olur, hilaf şahıslar arasında olur. Müsademe-i efkardan barikayı hakikat doğar, fakat müsademe-i eşhastan fitne fücur doğar. İhtilaf delile ve beyyineye dayanarak yapılır, ama hilaf kuru iddialara dayanarak yapılır. Diyanet din çekişmelerine asla girmez. Kuru iddialar üzerinden dini tartışan, insanların tartışmalarına tenezzül etmez. Ama ona sırtını da dönmez, ilim ve hikmetle bunun nasıl üstesinden geleceği üzerinde düşünür.

“Bizim tarihimizde ihtilaf 3 ilmi beraberinde getirmiştir…”

Bizim tarihimizde muhteşem bir ihtilaf tarihi vardır ve bu ihtilaf için biz 3 tane ilim ortaya çıkarmışız. Birisi ilmi hilaf fıkıhta, birisi ilmi cedel kelamda, birisi de ilmi münazara mantıkta, bunlar ahlak ilimleridir. İhtilafın bir ahlakı vardır, ihtilafın bir adabı vardır, bu adap ve ahlak terk edildiği zaman,  o zaman sadece kuru bir din tartışması, kuru bir din çekişmesine dönüşür ve bu da beraberinde o bilinçaltlarından ortaya çıkan hastalıkların daha da neşvünema bulmasına yol açar.